Makaleler

MERHABA BEN LOLO...

Merhaba ben Lolo, 4 ay 5 günlük dişi bir Fransız Buldoğuyum. Bugün dünya hayvanları koruma günü. Ben şanslıyım korunmaya ihtiyacım yok. Ailemle birlikte güzel bir evde yaşıyorum. Karnım tok, aşılarım tam, suyum 24 saat önümde. Her gün sağlığımla ilgileniyorlar, evin en küçük çocuğu ben olduğum için üzerime titriyorlar.

Ağabeyim Efe Yağız Ilıca ve ablam Bade Levent ile çok güzel zaman geçiriyoruz. Beni çok seviyor ve her fırsatta benimle oynuyorlar. Ağabeyim Yağız benim bakımımı yapıyor, her sabah gün ağarmadan tuvalet ihtiyacım için beni dolaşmaya çıkartıyor, kendisinden çok beni düşünüyor. Henüz 12 yaşında olmasına rağmen ona çok güveniyorum, onunla sadece ikimiz olsak bile bana çok iyi bakar. Bade ablamı daha az görüyorum ama o da bana sevgisini veriyor. Beni ve diğer hayvanları o kadar çok seviyor ki hepimizle inanılmaz bir empati kuruyor. Büyüyünce veteriner olmak istiyor. Onlar benim ağabeyim ve ablam.

Bir de Bobo diye birisi var. Boğaçhan Ilıca havalar soğumaya başladığı zaman göç ediyor. Kanada diye soğuk bir yerde okula gidiyormuş. Beni de götürmediği için çok bozuluyorum zira aramızdaki gönül ilişkisi çok heyecan verici. Evin en yakışıklı erkeği o, büyüyünce onunla evleneceğim...

Bizde aile kavramı biraz farklı. Çoğunlukla babalarımızla hiç tanışmayız. Doğduktan 2 ay sonra süt emme ihtiyacımız kalmaz ve annemiz ile kardeşlerimizden ayrılmaya hazır hale geliriz. Onları bir daha hiç görmeyiz. Hayata çok genç yaşta atılırız. Ömrümüz kısadır en fazla 15 yıl yaşarız. 8-9 yaşından sonra hastalıklarla mücadele etmeye başlarız ama ailemizin sevgisi bizi hayatta tutar. Bizim gerçek ailemiz insanlardır. Aç, susuz yaşayabiliriz ama sevgisiz yaşayamayız. Hayat amacımız sadakat ve insan sevgisidir.

Annem Taciser Ülkü Levent çok kıyak kadındır. Benimle çocuk gibi oynar, bana çocuğu gibi bakar. Bıraksan bütün gün kucağından indirmez. Onun yanında kendimi çok rahat ve güvende hissederim.

Tabi hayat hep mükemmel değil, bazı sorunlarım da var. Mesela sağ kulağım hala tam dikilmedi, gerçi ailem böyle daha havalı ve sempatik olduğumu söylüyor ama ne bileyim dikilse de soyumu mahçup etmesem diye düşünüyorum. Aman be bu kısacık hayat benim değil mi? Başkaları ne diyecek diye yaşayamam, dikilirse dikilir dikilmezse dikilmez, duyma sorunum olmadığı için umurumda bile değil. Sağlık en önemli şey, biraz karnım ağrısa hemen keyfim kaçıyor.

Bana hep aynı yemeği veriyorlar, yok efendim böyle beslenmek daha sağlıklıymış. Şöyle bir pirzola kemiği olsa da kemirsek...

Siyah beyaz görmek çok sinir bozucu ama siyah beyaz kürkümü çok beğeniyorlar. Bana doğuştan Beşiktaşlı diyorlar. Ne yapalım öyle yaratılmışız serde sadakat var ya takım değiştirmek bize yakışmaz. Ailenin tamamı Galatasaraylı, bir tek ben Beşiktaşlı; derby maçlarında alayını ısıracağım :)

En büyük sorunum babam olacak Cihat Levent ile... Daha tanıştığımız ilk günden sınırları belirledi. Yatak odalarına ve mutfağa girmek yasak. Dışarıdan eve gelince patilerimin silinmesini beklemem gerekiyor. Eve çiş veya kaka yaparsam vay halime. Gerçi o sorunu çözdük, daha 4 aylık olmama rağmen evin tuvalet olmadığını seve seve öğrendim. Kendi oyuncaklarım dışında hiçbir şeyi kemirmeme izin verilmiyor. Ah o sehpanın tahta bacağının ve koltuk minderlerinin ne kadar tahrik edici olduğunu size anlatamam. Zaten dişlerim yeni çıktığı için feci kaşınıyor; habire plastik oyuncak ve kösele kemik kemirmekten içim şişti... Sıkıyorsa yanlış bir şeyi dişle, bizim dev adam "HAYIRRRR" diye esip gürler...

"Otur" denince oturuyorum, "çak" denince patimi veriyorum, "gel" denince çağıranın yanına gidiyorum. En sevdiğim söz "aferin", bu lafı söylerken karnımı ve boynumu okşuyorlar, işte o an zevkten kendimden geçiyorum. Bir de "yerine" diye bir komut var, ondan nefret ediyorum. Dev adam avazı çıktığı kadar bağırıyor "YERİNE YERİNE YERİNE" işte o an acilen kirişi kırıp yatağıma gitmem gerekiyor, ne halt ettiğimi pek anlayamıyorum ama çaresiz köşeme çekiliyorum. "Yat" ve "dön" gibi bazı kelimeler de kullanıyorlar ama böyle söyleyerek benden ne istediklerini henüz anlayabilmiş değilim. Aman be her komuta uymak zorunda mıyız? Ne bu, askere mi geldik? Ama "öp" dediği zaman babamın dudaklarına bir - iki dil atmayı çok seviyorum. Malum French Buldoğuz, French Kiss bizim işimiz... Beni pataklasa da, bana kızsa da onu çok seviyorum. İlk günden onun bu evin lideri olduğunu gayet iyi anladım. Zaten rivayete göre üzerimde böyle bir otorite kurulmazsa çok şımarık olurmuşum falan filan... Ne olursa olsun o benim sahibim, ömür boyu onu sevecek, koruyacak ve sadık kalacağım, benim doğam böyle...

Ben hayatımdan memnunum ama siz insanlardan iki isteğim var.

1-) Benim kadar şanslı olmayan diğer canlılarla empati kurun. İnsan - hayvan - bitki fark etmez, her canlının sizin canınızın parçası olduğunu düşünün zira hepimiz aynı özden geldik.

2-) Bizim kadar sadık, dürüst ve insan sevgisi ile dolu olun. Bizi boşverin, biz bunları çoktan aştık, biz kendimize bakarız; siz önce birbirinize karşı dürüst ve sadık olup birbirinizi karşılıksız sevin.

Şimdi sözü annem ve babama bırakıyorum.

Sevgili Lolo, canlarımız bebeklerimiz Yağız ve Bade'yi büyütürken onlara sadakat ve karşılıksız sevginin ne demek olduğunu öğrettiğin için sana minnettarız. Bunu senden daha iyi hiç kimse beceremezdi...

ASKER, POLİS, TERÖR, DARBE, ŞİDDET, GASP, TECAVÜZ KORKUSU VE MEMLEKETİMİN HALLERİ...

3 ay öncesinden alınmış bir Abd uçak biletim var. Sağolsun Thy uzun mesafe uçuşlarda comfort class seçeneğini kaldırdı. Ya ekonomi uçacaksınız ya da 13 - 14 bin TL ödeyip business class bilet satın alacaksınız. Malum 2 metrenin üzerinde bir boyla 12 saat ekonomi koltukta uçmak emboli ve ölümle sonuçlanabilecek riskler taşıyor. Tek şansım exit bölgesindeki bir koltuğu kapabilmek ama o yerler de genellikle önceden "hatırlı kişiler" için kapatılmış oluyor. “Ben memleketimin bu havayolu ile bugüne kadar 600.000 mil uçtum elit kartım var” falan deseniz de kimse suratınıza bakmaz, gelir bir “hatırlı kişi” sizi uçaktan bile atabilir. Risk almak istemedim, arabamı satıp uçak bileti de alamayacağıma göre bir hovardalık yapıp birikmiş mil puanlarımla business class bilet aldım. İş bununla da bitmiyordu, koltuk seçimi çok önemliydi; orta sıralardan birisinin orta koltuğuna düşersem hayatımda ilk defa Amerika'ya business class uçmanın hiçbir keyfi kalmayabilirdi. Sağıma soluma deodorant - duş nedir bilmeyen birileri düşerse vay halime. Başak burcu titiz olur ya biraz, o yüzden düzene ve temizliğe oldum olası düşkünümdür. Bugün benim uçuş koltuk seçimine açılıyordu, ben de sabah erken Thy ofisine gidip koltuk seçimimi yaptırmaya karar verdim. Sabah saat 5 te otomatik uyanma rahatsızlığım olduğu için bu tip angaryalar aslında benim için eğlencedir.

Orduevi misafir giriş kartım var, arabayı Harbiye orduevine park etmek benim için en pratik yöntem, bizim ofisin tam karşısı; Afilli yeni Thy Taksim ofisine de 2 dakika yürüyüş mesafesinde. Orduevinin girişinde askeri barikatın önünde bir de polis barikatı var. Ne işe yarıyorlarsa? Polis barikatı alüminyum körük, askeri barikat da 1 metre yükseklikte tekerlekli demir. Yani tanka, TOMA'ya falan gerek yok; benim Alfa ile bir dürtsen içeridesin. Neyse, girişte asker arabayı egzost borusunun içine kadar arıyor, hatta kaputu açıp motora bile bakıyor. Asker motora bakarken gergin havayı dağıtmak istedim. "Nasıl motor temiz değil mi?" diye seslendim. 2004 Mayıs doğumlu Alfama gözümün içi gibi bakarım, servisten daha yeni çıktı, motor temizlendi, boya koruma yapıldı, cillop gibi oldu. Gurur duyuyorum benim antikayla ya, benzer bir tepki de askerden bekliyorum... Avucumu yaladım, çocuğun suratı mahkeme duvarı gibi. Aynı anda başka bir asker kimliğimi kontrol ediyordu, ona da "nasıl bugün darbe felan planlayan var mı?" diye sormak geçti içimden ama yutkunup kendimi tuttum. Herkes gerginken gerzek mizah anlayışımın başımı belaya sokmasından tırstım. Giriş kapısının tam karşısında ise bir polis arabası içeriye kimin girip çıktığının çetelesini tutuyordu. Yanlışlıkla o sırada 2 albay gelip benimle beraber içeriye girmeye kalkışsa halim nice olurdu bilemiyorum, her an çeteden, örgütten içeriye alınabiliriz diye arkadaşlarla bile toplanmaya çekinir olduk. Arama bitti, uzman çavuşun şüpheli bakışları altında içeriye girdim ama sağ ön koltukta duran sırt çantama kimse bakmadı. Rahat 15 kg C4 veya 6 tane Uzi sığar içine.

Arabayı park edip orduevinden çıktım, hava mis, sabah saat 6 buçuk, bugün neşem yerine gelecek tansiyonum düşecek gibi hissediyordum. Sporculuk yıllarımın o sokakta geçtiğini hatırladım. Radyo evi ile orduevinin arasından yürüyerek Spor Sergi'ye giderdik. Fenerbahçe ile oynadığımız maçlarda bilet kuyruğu Radyo evinin önüne kadar uzardı. Tam o noktada nöbet tutan çelik yelekli polisler gözüme çarptı. Bana ve karşı kaldırıma pis pis bakıyorlardı. "Günaydın" demeyi düşündüm ama yine tırstım. Benden başka kime böyle sert bakıyor diye kafamı karşı kaldırıma çevirince eli tetikte bekleyen siyah bereli asker ile göz göze geldim. "Ana, şimdi bunlardan birisi hapşırsa postu bok yoluna deldirebilirim" diye düşünüp adımlarımı sıklaştırıp kendimi caddeye attım.

Yol kenarındaki canım restoranları nargileci - sabahçı kahvelerine çevirdiler. Arap müşterilerden medet umuyorlar. Kafa masada akşamdan kalma 6-7 kişilik bir yerli vatandaş grubu oturuyordu. "Yerli vatandaş" diyorum çünkü hepimizin bildiği gibi bir süredir vatandaşlar artık "yerli" ve "yabancı" olmak üzere kendi aralarında ikiye ayrılıyorlar. Birisi homurdandı, "şu karşı kaldırımdaki minibüs 1 saattir orada duruyor, içinde bomba falan olmasın"... Ba, ba, ba, yerli vatandaşımdaki takipçilik ve paranoyaya bak...

Tam o anda bir taksi durdu, erkek yerli vatandaş kadın yabancı vatandaşı hafif itekleyerek arabadan aşağıya indirdi, kadın şaşkın ama üst baştan belli ki dün gece hızlı yaşanmış ve olay bitmiş; doğal olarak abi hanımefendiden yakayı sıyırmaya kararlı. Durumu gören başka bir araba yola terk edilen kadının yanına yanaştı, fırsattan istifade arabaya davet etti. Öyle ya biri de bir, bini de bir değil mi? Üstelik kadın yabancı vatandaş, yani ne yapsan mübah; ister sev, ister sigortasız çalıştır. Kadına travma üzerine travma… O da benim gibi adımlarını sıklaştırarak kirişi kırdı. Hilton’un önünde bekleyen taksici ile göz göze geldik. “Durak taksisi bu, zarar gelmez” diye geçirdim içimden ama şoförün bakışlarından şöyle bir şey okunuyordu, “acaba bu yarma bana bir şey yapar mı?” Aynı anda kaldırımı süpüren çöpçü ile kesişmeye başladık. Sanki her an süpürgenin sapını kafama geçirecek gibiydi, öyle bir şeye yeltenirse sopayı havada nasıl tutup tekmeyi bacak arasına nasıl yapıştıracağımı planladım. Karşıdan elinde tespihle, sarıklı, cübbeli, sakallı bir amca geliyordu, “bre zındıklar hepiniz yakında yola geleceksiniz, buralar artık bizim” der gibi etrafa bakıyordu.

Sokak her zamankinden daha sakin ama sanki daha tehlikeliydi, kendimi Thy ofisinden içeriye dar attım, nabzım yükselmişti. Yeni afilli Thy Taksim ofisi uzay merkezi gibi, 3 ay sonra yapacağın uçuşun bagajını bugünden buraya bırakıyorsun, 3 ay sonra Papua Yeni Gine’ye indiğinde şak diye valizini eline veriyorlar. O derece yani… Ha bu arada sen o valizin içine 3 ay öncesinden koyduğun eşyalarını kullanamıyorsun ama olsun, bu hizmet ne halta yarıyorsa artık bilemiyorum… Sakın “havalimanına toplu taşıma ile valiz taşımadan gidebilirsin” falan demeyin, o zaman ben de size “sadece Taksim ofisinden verilen bu hizmet için valizimi Taksim’e nasıl getireceğim” diye sorarım. Elemanlar yeni gelmiş, ofis yeni açılmıştı; içeride bir tek ben olduğum için sıra numarası falan almadım. Tek açık bankoya kafadan daldım. Kapıda durması gereken güvenlik görevlisi içeride müşteri bekleme koltuklarında bacak bacak üzerine atmış oturuyordu, çok havalıydı, beni pek iplemedi. Belli ki polisin ve askerin itibarının yerle bir olduğu günlerde kendisine güveni tavan yapmıştı. Kendimi “acaba güvenlikçilerin de fetüsçü olanı var mıdır?” diye düşünmekten alamadım. Öyle ya bunlar da toplanıp darbeye falan kalkışırlarsa halimiz nice olur düşünsenize. Bırakın köprüleri, havalimanlarını falan; AVM lere adım atamadığımız gün asıl darbe gerçekleşir. İstinyepark, Kanyon, Akasya’da felan çok mühim alışveriş işleriniz var ve kapıdaki dedektörün dibindeki güvenlik görevlisi “yasak kardeşim, darbe oldu evinize dönün yoksa pantolon kemerinizi bile çıkarttırıp makatınıza kadar arama yaparım” diye sizi tehdit ediyor. Arkasında da çalışır durumda Taski marka turuncu temizlik arabalarının üzerindeki sürücüler pis pis size bakıyor. ISS temizlik personeli elde süpürge, faraş, tepsi toplama arabası, çöp torbası ne mühimmat varsa tam teçhizat teyakkuzdalar. Aslında fena olmaz be, hem memleketi temiz tutarlar hem de her yer güvenli olur...

Bankoda görevli Arap ırkından yabancı vatandaşın bozuk İngilizcesiyle “kut morrrning” demesiyle hayallerimden uyanıp; “la havle günaydın vela kuvvete illa billahil aliyyyil aziym” cevabını verip lafa “koltuk seçimi yaptırmak istiyorum” diye devam ettim. Adam suratıma bön bön baktı, güvenlik görevlisi pişkin pişkin sırıtarak oturduğu yerden lafa giriverip, “abi İngilizce bilmiyor musun?” dedi... O an beynimde şimşekler çaktı, “ulan hıyar benim bildiğim İngilice ile alayınızı uzay mekiğine bindirip aya götürüp getiririm” demek geçti içimden ama kendimi tuttum. “Yok bilmiyorum kardeşim sen biliyor musun?” diye sordum. Güvenlik görevlisi tufaya gelmek üzere olduğunu anlayıp çattığı beladan kurtulmak için toparlanıp yerinden kalkıp uzadı. Yaşasın!!! Bu sefer darbeyi ben yapmıştım. Bankonun önünde, tepesinde kırmızı ışık yanan bir cihaz gözüme çarptı, üzerinde şöyle yazıyordu, “müşteri memnuniyeti için tüm görüşmeleriniz kayıt altına alınmaktadır”. Cihaza doğru hafifçe eğilip yüksek sesle “Türkiye’de Türk Havayolları’ndan bilet almak için İngilizce bilmek mi gerekiyor? Kendi memleketimde kendi havayolumdan kendi dilimi konuşarak bilet alamayacak mıyım ulen?” dedim. Serzenişimi duyan başka bir eleman hemen bankodaki mesai arkadaşına yardım etmek için yanına geldi. Gülümseyerek bana “maraba” dedi. Yine oldukça esmer başka bir yabancı vatandaş ile karşı karşıyaydım. Adam bankodaki arkadaşı ile aramızda Arapça – Türkçe mütercim tercümanlık yapmaya başladı. “Nasil yardimci olabileymggg?”…Thy deki işlerinden çıkartılan binlerce sülün gibi yerli vatandaş gencimiz gözümün önünden geçti. Hey gidi, ne günlerdi be…

Uzatmayayım, tercüman aracılığıyla yer seçimimi tamamladıktan sonra yine sokaktaki ve kafamdaki, hayali ve gerçek silahların, darbecilerin, irticaların, tecavüzcülerin, teröristlerin arasından geçip orduevine girdim. Eskiden her felakette sığınak olan ama günümüzdeki bu en tehlikeli yerde biraz nefes almaya karar verdim. 12.17 TL ödeyerek kendime mükellef bir kahvaltı sofrası kurdum. RAKAMLAR ÇOK KRİTİK, kaymak porsiyon 1.38 TL, 3 adet zeytin 0.47 TL, domates dilim 0,28 TL, hellim ızgara 1.13 TL... Kim bu rakamları nasıl hesaplıyorsa NASA mühendisleri yanlarında halt etmiş…

Canım dünya güzeli memleketimde artık ben dahil herkes birbirine şüpheyle bakıyor. İstediğiniz buysa başardınız. Başarılarınızın devamını dilerim, habire arkasına sığınmaya çalıştığınız Allah sizi bildiği gibi yapsın.

Memleketi terk etmekten bahsediyor bazı arkadaşlar, memleketi terk etsek ne olacak? Kafamıza kazıdıkları paranoyalar bizimle birlikte geldiği sürece her yer aynı…

Meğerse gelmiş geçmiş en doğru özlü sözü Orhan baba söylemiş, “BATSIN BU DÜNYA”…

NE ZAMAN ADAM OLURUZ

Biraz önce metroya binerken türbanlı bir genç kızın İstanbul Kartında yeterli para yoktu. Turnike güvenlik görevlisi engellilere ayrılmıs olan kapıyı açıp "buradan geç, bir daha ki sefere metroya binerken kartını iki defa bas" dedi. Bence olması gereken budur arada sırada iyi niyet çerçevesinde insanlar yardımlaşmalıdır ama tabi ki bazı şartları var.

1-) Genç kız bir dahaki metro seyahatinde kartını iki kez basarsa,

2-) Güvenlik görevlisi bunu alışkanlık haline getirmez veya başka çıkarlar uğruna kullanmazsa,

3-) Ve en önemlisi, güvenlik görevlisi aynı anlayışı mini etekli bir genç kıza da gösterirse...

Ne zaman adam oluruz biliyor musunuz? Dindarlık ile dürüstlük ve namus kavramlarının birbiri ile hiç bir ilişkisi olmadığını kabul ettiğimiz zaman... İnsana insan olduğu için güvendiğimiz zaman... İnsanı dinine, tuttuğu takıma endeksli kategorize etmediğimiz zaman... Bizi yakından tanımasalar bile bize güvenmiş olanları hayal kırıklığına uğratmadığımız zaman...

KADINLARIMIZ

Rahmetli anneannem 1913 Beşiktaş doğumlu. Fanatik dişi kartal... Baba Hakkı (Yeten) ile Çırağan Yokuşu'nda top oynamışlığı var. 19 Mayıs gösterilerinde stada ilk kez şortla çıkan Beşiktaş Atatürk Kız Lisesi öğrencilerinden birisi. Annesi Selanik doğumlu, o zamanki evleri Atamızın evine kapıkomşu. Birlikte erik ağacına tırmanma hikayelerini dinleyerek büyüdüm. Siyah beyaz televizyonun yayına başladığı 70 li yıllarda "iyi akşamlar" diye bültene giren haber spikerlerine mutlaka "iyi akşamlar evladım" diye karşılık verirdi. "Beni duyamadıklarını biliyorum ama olsun adet yerini bulsun" derdi. Televizyonda maçları hiç kaçırmazdı. Kimi tutuyorsun diye sorduğumuz zaman "kara donluları" diye cevap verirdi çünkü siyah beyaz ekranda kalbi hep siyah şort ve beyaz forma giyen Kara Kartal için atardı. Sanırım 50 li yaşlarının sonuydu, evin koridorunda üst üste 4-5 takla attığını hatırlıyorum. Bir gece geç saate kadar eve dönmemişti, o zamanlar bırakın cep telefonunu evlerde sabit telefon bile yoktu. Dayılarım ve annem karakol, hastahane, çevrede ne varsa panik halinde aramaya başladılar. Gece yarısına doğru anneannem gayet sakin ve mutlu bir şekilde Kızıltoprak'taki evimize döndü. Kendilerini merakta bıraktığı için serzenişte bulunan ve nerede olduğunu soran 3 evladına bastı fırçayı, "bu yaştan sonra size hesap mı vereceğim be, bindim trene, Maltepe Stadı'nda lige terfi maçları vardı onları seyretmeye gittim" :))) İlk Milli maçımı 14 yaşında Selanik'te Yunanistan'a karşı oynadım. Seyahate çıkmadan önce "anneanne dua et Yunan'ı kendi evinde yenelim" dedim. Anneannem tebessüm etti, "orası bizim de evimiz evladım, hayırlısı olsun" dedi. O yaşta ne demek istediğini pek anlayamamıştım ama şimdi konuya detaylarıyla vakıfım. Bırakın Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ayırımını söz konusu milli maç bile olsa anneannem haktan, sportmenlikten yanaydı. Köklerimiz Selanik'teydi, orası Osmanlı toprağıydı. Devletler düşmandı ama halklar dost, hatta akrabaydı. Hiç yabancılık çekmedik Selanik'te, herkes Türkçe biliyordu. Maçı 63-60 kazandık, dönüşte beni ölüm döşeğinde bekliyordu, son kez yumuşacık yanaklarını okşadım, vedalaştık, göçtü, hayran olduğu çocukluk arkadaşı Baba Hakkı'yı beklemek üzere tribünlerdeki yerini aldı. Bazen galibiyetler bile hayırlı olmayabiliyor.

Annem de bir Beşiktaş taraftarıydı ama fanatik değildi, ağabeyimin ve benim oynadığım takımları da desteklerdi, az Galatasaray forması yıkamadı. :))) Amatör atletti... Evden çıkar köşede rujunu sürer, fularından havalı bir başörtüsü yapardı. Ağabeyimin de benim de hiçbir maçımızı kaçırmadı. Şeref tribününe gitmez seyircinin içinde otururdu. Taktik verecek kadar iyi bilirdi basketbolu, tribünlerden bağırışı hala kulaklarımda "ne zaman alacaksınız rebound ları? rebound almadan maç mı kazanılır?" veya "e tabi geri koşmazsanız yersiniz feast break leri" :))) Annem antrenörümüzün bile işine karışırdı, utancımdan kulaklarım kızarırdı. :))) Allah rahmet eylesin...

Eşim Taciser Ülkü Levent hukukçu. Adalet etiği ve hakkın izinden şaşmayan bir avukat. Benim gördüğüm en iyi annelerden birisi. Çalışkan, becerikli, zeki, vatansever, çevresine ve ülke meselelerine duyarlı. Son derece sosyal ve etkileyici bir kadın.

Kızım doğuştan fanatik, yemin ederim biz ılımlı olsun diye gayret ettik ama Galatasaray diyor başka bir şey demiyor. Uçlarda olmak iyi değil, büyüyünce kendi kararını kendi verir diye düşünmüştüm ama yapacak bir şey yok... Elinde ay-yıldız dilinde Atatürk... Boyu 1.90 olacak, belki de gelecekte ay-yıldızı babası gibi göğsünde taşıyacak, ülkesini temsil edecek.

Neden mi bunları yazdım? Çünkü ben şanslı bir erkeğim. 4 nesildir hayatıma giren Cumhuriyet Kadınları bana çok şey kattılar. Allah Cumhuriyet Kadınlarını başımızdan eksik etmesin. Cumhuriyet Kadınlarının ve tüm dünya kadınlarının 8 Mart Kadınlar günü kutlu olsun. Bu vatana bu dünyaya nice hayırlı evlatlar yetiştirmeniz dileğiyle...